Eski usul bir pasaj. Fransız balkonlar. Mozaik yer döşemeleri. Sağlı sollu dükkânlar ve
içinden dışarıya geçit var. Alt katlar sıkış sıkış. Osmanlı Terzisi, Berber, Edes Matbaası ve
şehrin tek mücellithanesi Özen Mücellithanesi. Pasajın en eskisi Osmanlı Terzisi. Yapımına
kadar hatırlıyor, siyah beyaz film misali pasajın yapımını anlatırken görüntüler kendiliğinden
akıyor. Beyaz taştan yapılma bu evin pencereleri süslüymüş. Tavanlarını Rus bir ressama
boyatmışlar. Evin sahipleriyse Süryani bir aile.
“Büyükbabaları Circis iyi bir keman ustasıydı. Urfa’da ondan ve Bogos ustadan ders almayan
kalmamıştır. Onların bir de kızları vardı Selva. Zaten evi de Selva sattı. Pasaj yaptılar. Sonra
Amerika’ya yerleşti dediler.”
Defalarca anlatmıştı ve bu ucubeden önce yıkılan evin toprağını okşayıp sakinleştirmek
istemiştim. Ama her gün “Selva’nın evine gelip” özür diliyordum. Pasajın eski tabelasının
önünde durup özür diliyordum. Sonra içerdeki yılana teslim olup kıvrıla kıvrıla en köşeye
gidip, dükkân kapısını açıyordum. Her gün yeniden dünya denen canavarın karnını
doyurmaya çalışıyorduk. Kitap tamir ediyorduk. Kopuk kapakları yeniden yapıyorduk.
Bazısını tamir ediyorduk. Kurumların arşivlerini de biz yapıyorduk. Yerel gazetelerin de
arşivleri bizim dükkânın işiydi. Cilt yapıyorduk. Fazlasıyla kağıtla haşır neşirdik. Kağıtların
bir kısmını karşıdaki berbere köpük çeksin diye veriyorduk. Camdan göründüğünde kağıtları
giyotinle kesmek için hazırladım. Demirden kapıyı usulca açtı. Başıyla selam verip içeri
girdi. Jilet gibi ütülü pantolon, beyaz önlük ve her daim olduğu gibi kravatlıydı. Giyotin
makinesi yağsızlıktan gümbürdeyip kağıtları böldü. Usulca bekledi. Kağıtları kutuya
yerleştirip verdim. Eliyle “teşekkür “dercesine selam verip çıktı.
Kapı yerine metalik sesle oturur oturmaz, ustam başlıyor;
Evi yandı. Karısını yangında kaybetti. Kırk gün yas tuttu. Dükkânı açmadı. Bulvar Pasajı
esnafı ara ara ziyarete gidiyorduk. Ölümü sessiz sakin sırtlıyordu. Ama saçı sakalı karışmıştı.
Onun dışında tıraşsız görmedim. Zaten dededen berberler. Hatta dedesi İnönü’nün berberiymiş.
Evinde bir sürü albüm yanmış. Pasajın ikinci katında yer alan fotoğrafçının
neyse ki arşivi vardı da bazısını kurtardı. Duvarlara astıkları oradan tabettirdikleri. Duvarlar
dolu siyasetçi, ünlü, sanatçı. Paşa’nın bile var. Zeki Müren, Zekii! Dedesi eski gazinonun
altında berber ve meşhur. Zeki Müren geldiğinde “Çavuş’un Berberine götürün” demiş de
çavuşun torununa getirmişler. Hemen üstteki Foto Cahit’ten Adnan usta yetişti. Tüm esnaf
toplandı. Ben o zamanlar “DSİ.” memuruydum. Dükkânı 85’te açtım. Onlar iki sene evvel
çekmişler.
Soluk alıyor. Tutkalı mukavvaya sürüyor. Devam ediyor.
Bir tası var. Gümüş. Nah bu kadar. İki elini değirmi yuvarlayıp gösteriyor. En az seksen
yıllık. Üstünde tek bir leke bile yok.
“Tası ne yapacak?” Kullanmıyor da. Hatıra olarak saklayacak. Ya ölürse?
Ustam;
“Bana ver diyeceğim” Cilt bezini tutkal sürdüğü mukavvaya geçiriyor. Eline geçirdiği bezle
bastırıp düzeltiyor. Kitap eskisinden de sağlam oluyor. Dökme demirden pres makinesine
sıkıştırıyor.
Aklım hâlâ gümüş berber tasında. Birden içimden dışıma bir hoparlör bağlanmış da sesim
dışıma taşıyor ve tüm pasaj sesimi duyuyor gibi oluyor
-Nasılsa körocak…