Kasabanın çeperinde ve onun ıssız bir yerinde Düriye Ana iki göz kulübesinde tek başına
yaşardı. Kocası olacak hayırsız Ömer, vaktinden önce- hem de pek önce – ölmeseydi böyle
tek başına kalmayacaktı. Ölünün ardından konuşulmaz ama pek bi hayırsız kocayı kısmetine
yazmıştı Koca Allah’ım… Neydi o öyle… Ne çalışır ne de eve bir katkı sağlardı namussuz
adam. Ama ne yapacaksın her şeye kadir yüce tanrım, Düriye Ananın onca yalvarmalarına
kulağını tıkamış, Ömer denen haydudu evine, işine, eşine bağlı bir eşe dönüştürmeye
yanaşmamıştı. “Koca gözlü Tanrım… Her şeyi görürsün de halimi neden görmezsin” diye
yakınır dururdu Düriye Ana. İyi gün dostu komşularından bir Allah’ın kulu çıkıp da Düriye
Ananın derdine derman olmak şöyle dursun, perişan halini ister istemez görürsek diye,
gözlerini ötelere devirerek geçerlerdi yanından. Düriye Ana bilirdi onların ne kadar hayın,
kocasından bin beter ve umarsız olduklarını, kazara bir hayrımız dokunur da kadının ömrü
uzar diye korktuklarını da. Kocasına katlanmasının nedenlerinden biri de bu insanlardaki
insaniyetsizlikti! Hayattaki tek dayanağı, “Yüce Tanrı, ne eylerse iyi eyler, böle buyurmuşsa,
elbet bir bildiği vardır” düşüncesiydi. Bu düşünce, ne zaman Düriye Ananın beyninde yılan
gibi kıvrılıp geçse, Şeytanın ona “Tanrın seni ne görür ne de duyar Düriye Bacı, ona
yalvardığının onda biri kadar bana yalvarsaydın, o hayırsız kocanı muma çevirirdim” derdi
de… Duyamazdı Düriye Ana! Beni de duymazdı; O, öyküler dünyasın düşselliğinde yaşarken
ben, bu boktan dünyanın tozunda toprağında, bin bir dertle-problemle cebelleşip duruyordum.
Eh… Bu da benim yazgımdı.
Düriye Ananın oralarda sordum soruşturdum, onu boş boş otururken gören olmamış. “Ören
Bayan” gibi oturduğu yerde dantel örer- bu arada o nasırlı ellerden, eklemleri kireçlenmiş
parmaklardan o güzelim dantelleri nasıl ördüğüne hâlâ akıl sır erdirememişimdir- peçete, el
bezi, sabun köpürtme bezi örer, yırtık sökük dikerdi. “Tanrım beni boş boş otururken
yakalarsa” diye ödü kopardı. Uyurken bile rüyasında çalışır dururdu-herhalde- bu garip
Kadın. Ölümü geç olsun da… Onun nasıl öleceğini merak ederdim kendi kendime.
Şimdi, sabahın serinliğinde o, bahçesinde biber, patlıcan, domates ve salatalık toplamakla
meşgul. Az sonra da kendi tüketeceğinin dışındakileri pazara götürüp satacak. Satar satmaz
evine dönecek. Dönsün ki karnına birkaç lokma düşürsün de tekrar işinin başına dönsün.
Düriye Ana için “yaşamak” çalışmak demektir. Böyle bir düstur düşman başına derim de
başka bişey demem.

Bir süre sonra onu mutfakta gördüm. Mutfak dediğime bakmayın, orası hem çalışma hem
namaz kılma hem de uyuma yeriydi. Diğer göz, ıvır zıvır için ardiye, yiyecek içecek
muhafazası için depo olarak kullanılıyordu. Sabah topladığı biber ve patlıcanları kızartıyordu.
Ah Düriye ana diye düşündüm…Bu yaşta sen kim… o nar gibi patlıcan kızartmalarını yemek
de neyin nesi? Düşündüklerimi duymuş gibi yanıtladı, “Amaan… Atın ölümü arpadan olsun!”
Koku ve duman çıksın diye, gaz ocağını arkasındaki pencerenin sağ kanadını ardına kadar
açtı. Sıcak dumanların, pencerenin üst kısmından kıvrılarak çıktığını gördük de alttan içeriye
esen havayı göremedik! Birden içime bir kurt düştü: Yazar hınzırı, Düriye anaya bir komplo
mu hazırlıyordu? Bu kuşkumu, ben ortadan yarılsam da ona anlatamazdım. Tam da bu esnada
Düriye Ana, pencerenin kasasına gerdiği ipten kendi ördüğü elbezini almaz mı? Kuşkum
kesindi artık. Çaresiz ve etkisiz olarak olanlar gibi olacakları da seyretmekten başka bişey
yapamazdım. Elbezini musluğun altında iyice ıslatıp yalapşap bi şekilde sıkıp, benim
görmediğim ama kendisinin gördüğü bişeyi silip gerili ipe astı. Olacaklar içime doğmuştu
sanki… Ah gaddar yazar ah…
Bahçesinden taze topladığı şişman patlıcan dilimleri nar gibi kızardıkça, mis gibi kokusu en
mızmız faniyi bile baştan çıkaracak kadar kışkırtıcıydı. Düriye Ana saf görünürdü ama pek bi
bilmişti! Dilimlenmiş patlıcanları suda biraz dinlendirir, süzgeçten geçirip ocağın yanına
serdiği havluya boşaltırdı. Böyle yapınca patlıcanlar fazla yağ emmezlermiş! Bak hele sen…
Neler de biliyormuş Anamız!
Pencereden çıkan duman ile giren arasında rekabet kızışınca, ipte asılı ıslak peçete dans
etmeye başladı. Düriye ana son iki patlıcan dilimini tavaya atınca yağ cızırdamaya, hava
akımı dellenmeye başladı. Düriye Ana boşalmış havluyu katlayıp kaldırmak için yana
döndüğünde, ıslak elbezi tavaya düşüverdi. Anında yağ gürültüyle cızırdadı, sıçrayan yağ
buharı alev aldı. Alev tavaya dalıp kalan yağı tutuşturdu. Düriye Ana tavaya döndüğünde artık
çok geçti. Yükselen alevler, penceredeki naylon perdeleri tutuşturdu. Göz açıp kapayana
kadar alevler, dokunsan dökülecek gibi duran tavana sıçradı. Ateş, iştahla önüne çıkan ahşap
dokuyu kemirmeye başladı.

Düriye Ana birkaç adım ocaktan uzaklaştı. Ocağın yanındaki güğüme baktı. Ona ulaşması
imkansızdı. Güğüme boş boş baktı. Ne yapacağını bilemedi. İçinde, sonunun geldiğini
kendisine keyifle fısıldayan Şeytanı, belki de hayatında ilk kez duydu ve korktu! Duman ve
alevler bu küçücük mekânı arsızca kapladılar. Yalımlı dumanlar içinde Düriye Anayı hayalmeyal

gördüm sanki… Yazara lanetler okurken, Düriye Ana döşemeye düşünce, çıkan ses
içimi parçaladı. Oradan dışarıya çıkma zamanıydı.
Küçük kulübe, penceresinden ve kapısından alevler kusmaya başladı. Kısa sürede kulübe
ateş topuna döndü. Oradan geçenler ve uzak komşular, kısa bir zaman aralığında oldukça
yoğun bir seyirci kitlesi ile birlikte yangını sadece seyretmekle yetindim. Yangın, iştahla kalan
ne varsa yedi bitirdi. Hâlâ yanmakta olan “temel kalasları”ndan çıkan koyu dumanlar ile, kül
ve kor yığınından yükselen açık renk dumanlar, el yordamıyla Düriye Anayı gökyüzüne
taşıdılar. Biraz dikkatli bakınca onu gördüm; bumburuşuk yüzünde, taze bir çiçek gibi açan
sevecen gülümsemesiyle bana el sallıyordu veda makamında. İster istemez yanımdakilerin
yüzlerine baktım, gördüklerimi onlar da gördü mü diye… Öyle bir belirtiye rastlamadım
hiçbirinde. Bu arsanın, her zaman iştahlarını kabartan bazıları, eminim ki içten içe
seviniyorlardı. Oradan uzaklaşmak için geriye döndüğümde, ardıç ağacının gölgesinde küçük
iskemlesini ve yanında kalaysız bakır güğümünü gördüm. Güğümün ağzı, her zaman su içtiği
kulplu tasla kapalıydı. Türküdeki Düriye’nin güğümleri kalaylıydı ama bizim Düriye’mizin
güğümleri hiç kalaylı olmamıştı. Yürüdüm, iskemleye oturdum ve ardıç ağacına yaslandım.
Gerçekten güğümler sadece tahmin ettiğim gibi kalaysız mıydı? Tası aldım. Evet… Güğümün
içi de dışı gibi kalaysızdı. Güğümden tasa su doldurdum ve Düriye Ananın tasından kana kana
su içtim.
Tası yine eskisi gibi güğüme yerleştirip başımı kaldırınca, birdenbire yazarla göz göze
geldik! Bana sırıtıyormuş gibi geldi. Öfkeden deliye döndüm. Ayağa fırlayıp hızla ona doğru
koştum, olmayan bedenimle onun bedeninin içine dalıp, beyninde tepinmeye başladım.