Yalnız üç vagondan oluşan ve yerel kasabaları birbirine bağlayan tren, hattın en küçük, otobüs
durağından hallice durağında kapılarını açtığında, içinden yalnızca üç kişi inmişti. Bunlardan
biri, ilk kez geldiği bu kasabaya doğru uzanan yola baktı. Yolun bir tarafında boylu boyunca
giden ağaçlar yakıcı güneşten kısmi bir koruma sağlıyordu. Koyu takım elbisesiyle oldukça
zıt bir görüntü sunan sarı spor sırt çantasını tek omzuna alıp hiçbir memnuniyet ifadesi
göstermeden yürümeye başladı.
Ufak kasabanın meydanı pazar günü olmasına rağmen epey boştu. Meydana bakan iki
restoranın dışarıya düzensizce atılmış masalarında tek tük gülüşsüz insanlar vardı. Onların
ilgisiz bakışları arasında yine meydana bakan Belediye binasına yürümeye devam etti. Siyah
atletiyle masasında tek başına oturmuş orta yaşlı alımsız bir kadın bu adamı meydana girdiği
andan itibaren gözleriyle takip etmişti yalnızca. Adamın belediye binasına girdiğini görünce,
sigarasını içinde yarım yudumluk bira kalmış bardağa atıp kalktı ve uzaklaştı.
Bir belediye çalışanı yabancının gelişini müdüre bildirmişti. Şişmanlığı ve yüzündeki iki
büyük et beniyle oldukça sevimsiz gözüken müdür, bekleme odasına geldiğinde yabancı
yarım saati aşkındır onu bekliyordu.
“Bu kadar erken geleceğinizi düşünmemiştim. Ayrıca akşamüstü burada olacağınızı
söylemişlerdi. Bu saatte binada sizi beklemek istemedim. Çok sıcak”
“Bugünden işe başlamak istedim.”
“Çok güzel. Dosyaları odanıza bıraktırdım. Şirketin fabrika raporu orada. İşçilerin kayıtları.
Üretim raporları… Talep edilen her rapor orada.”
Akşam karanlık çöktüğünde kendisine tahsis edilmiş odada hâlâ çalışmaktaydı yabancı. Aynı
dakikalarda kasabanın kuzey ucunda dar fakat bahçeli bir evin salonunda altı kişi toplanmıştı.
Siyah atletli kadın da oradaydı. Dört adam ve iki kadın birbirlerinin sözünü kesmekten imtina
etmeden tartışıyorlardı.
“Kesinlikle bir Kıvılcımdır o. Başka şey olamaz.”
“Ya değilse? En azından kışın geçmesini beklerler diyordum. Bizden daha negatifler var.”
“6-7 ay daha bekleseler n’olacak? Kaç zamandır belli bugünün elbet geleceği.”
“Ben intikal filan istemiyorum. Daha önce de söyledim.”
“Yaştan problem yaşarsan daha kötü. Ben olsam intikalimi isterdim.”
“Büyük şehre filan gidemem ben!”
“Kimsenin bir yere gittiği yok. Konuştuk bunları. Aramızda en az çalışan 18 yılını vermiş bu
şirkete. Transportasyona geçeceğiz, başka yol yok. Kıvılcımla anlaşırız. Beni tek
endişelendiren…”
“Şu piçin adını bile alma ağzına. Ne hakla yapıyormuş transportasyon pezevenk?”
Bu noktada okuyucunun bahsi geçen terimleri ve ithafları yakalayabilmesi için kısa bir özete
ihtiyaç var.
Beş yıl kadar önce özellikle kırsal bölgelerde bulunan ve tarım sektörüyle bağlantılı
fabrikalarda büyük işten çıkarmalar meydana geldi. Bunun geleceği belliydi. Bir yandan
zayıflama ilaçları öte yandan yeni nesil beslenme macunlarıyla gıda talebi büyük düşüşler
göstermişti. Birçok bölgede eylemlerin şiddeti arttı ve öfke kendini fabrika yangınlarıyla
gösterdi. İşten çıkarılanlar, şirketlere zarar vermek için sökülüp götürülecek fabrikaları
kundaklamaya başladılar. Ancak hükümet ve finans sektörü buna hızlı reaksiyon verdi. Bu
sabotajlar kanıtlandığı takdirde genişletilmiş sigorta kapsamına alındılar ve böylelikle sigorta
şirketini de mutlu edecek bir komisyon düştüğünde, sigortadan alınan para, şirketlerin
fabrikayı söküp taşımasından daha cazip hale geldi. Zarar gören fabrika tesislerinin sökümü
ise devlete kaldı. Bu durum devlet harcamalarına ek yük getirmiş gibi gözükse de hükümet bu
projeleri “Doğayı Koruma” programı içine dahil edince, bu program kapsamında ek proje ve
masraflardan feragat etmiş oldu. Hem birkaç sabotajcıyı günah keçisi ilan etmek yeterliydi.
Elbette işçiler ve bölük pörçük örgütleri bu olan bitenin farkına vardı, sabotajlar durdu. Ancak
çark bir kere dönmeye başlamıştı. Yangınların çıkmadığı yerlerde, devletin yönlendirdiği
kişiler-ki elbette hiçbir bağlantı kabul edilmiyordu- bu sabotajları halletmekle ve sorun
çıkaramayacak günah keçileri bulmakla mükellefti. Halk arasında o nedenle kasabalara gelen
yabancı adamlara “Kıvılcım” denmeye başlandı. Kıvılcımlar, genellikle ihtisaslı ancak
şehirlerin rekabet dolu ortamında başarısız olmuş, dolayısıyla karanlık işlere girmek zorunda
kalan kişilerdi. Kendilerine yönelebilecek öfkeyi bertaraf etmek için genellikle iki yöntemleri
vardı. Birincisi, şehirdeki mafyalarla irtibata geçmek ve belli bir komisyon karşılığında
onlardan koruma sağlamak. İkincisi ise kasabadaki yerleşik ve yeteri kadar uzun çalışmış
işçiler arasından bir grubun desteğini sağlayarak hem doğru günah keçilerini bulmak hem de
daha sonra fırsat olarak önlerine çıkan transportasyon işinden yüksek yüzdeler kapmak. Bu iki
yöntemi hibrid şekilde uygulayan ve başarılı olan birçok Kıvılcım da söz konusuydu.
Transportasyon işi ise aslında basitti. Fabrikanın sökümü ve gerekli yerlere taşınmasını
içeriyordu. Fakat gerekli bağlantılar kurulduysa ve iş sorunsuz hallolduysa; mafya, Kıvılcım
ve yereldeki gruplar iş birliklerini sürdürüp kasabalardan şehirlere akan birçok şeyin de
transportasyonunu sürdürmekten geri kalmıyordu. Elbette şehirlere akan yegâne meta,
kullanılmaz hale gelmiş fabrika parçaları değildi.
Geriye kalan işçiler için ise pek seçenek yoktu. Alışageldikleri kasaba yaşamını bırakıp
intikalini talep etmek ve şanslıysa çok çok kötü olmayan koşulların altında şehir yaşamına
alışmaya çabalamak. Bu göç, şehirlerde yoğunlaşan işçilerin ücretlerini düşürürken, mafyalar
için de yeni insan kaynağı demekti.
“Kıvılcım’ı nasıl kafalayacaksın?”
“Seksi albenisini kullanacak.”
Siyah atletli kadın dışındaki herkes güldü. O ise paketten yeni bir sigara daha çıkardı, yaktı.
“Bizim avantajımız, daha az kişiyiz. Kıvılcım’ın payı bizde daha yüksek olur.” Diğer kadına
döndü. Devam etti.
“Kayınpederinin nakliyat şirketi yok mu? Küçük müçük” Sağ elinin parmaklarını şıklattı.
“Orayla da bürokratik ıvır zıvırı hallederiz. Ben dört sabotajcıyı da buldum.”
İsimlerini tek tek saydığında, içlerinden birinin yüzü buruldu. Bir tanesiyle altı ay boyunca
mısır konservesi etiketlemede birlikte çalışmışlardı. Sessiz, içine kapanık, genç ama hindili
sandviç yediği günlerde oldukça neşeli bir çocuktu. Hâlâ çocuğa üç dal sigara borcu vardı.
Sesini çıkarmadı.
Bu pazar gününün üstünden 18 gün geçmişti. Büyükşehirlerden birinin varoş mahallesi
berberinde yaşlı bir adam yirmi dakikadır sıra bekliyordu. Önündeki sehpadan, dünden kalmış
gazeteyi aldı. Birkaç sayfa sonra bir haberi daha üstünkörü okudu. “… kasabası üç ölümle
sarsıldı… bir kadın ve iki erkeğin… uzun namlulu silahlardan çıkan… borç meselesi olduğu
belirtilirken…” Kafasını kaldırıp, koltuktaki tıraşı devam eden son müşteriye bakış attı. İş
uzayacak gibiydi. Gazeteyi kapayıp son sayfayı çevirdi. O sayfada yer alan bikinili kızın
vücudunda, haberlere kıyasla daha çok vakit geçirdi gözleri.