“Ben aslında seni hiç sevmemiştim,” dedi adam. Şimdi sırası mıydı bunun? “Biliyorum,” dedi
kadın. “Yine de benden ayrılmayı istemedin.” Adam saatine baktı, “Sonra konuşuruz,” dedi, çıktı
gitti. Kadın koltuğa yığıldı; para, çocuklar, yıllardır sürdürdükleri her şey… hepsi anlamsızlaştı.
Hiçbir şeyin değişeceği yoktu. Bütün evlilikler böyle miydi… Yorucu. Çok yorucu.
Sabah kahvesi içmeye Nilüfer’e gideyim dedi. Konuyu neden açmıştı ki zaten. Her şey olduğu
gibi devam edip gidiyordu. Mutfağa gidip küçük bir tabağa dün yaptığı kekten üç dilim koydu.
Merdivenleri inerken kapıcının huysuz karısına rastladı. Eyvah dedi, şimdi yarım saat lafa tutar.
Suratını asıp bir çalımla kurtulmayı başardı. Kapıcının karısı “Hıh” diye kafasını çevirdi.
“Kocasıyla kavga etti herhal. Dizi izle, çarşıya git, maniküre berbere git, komşuya kahveye git,
altın günü yap… Sonra da kadınım diye ortada dolaş. Bak biz nasıl çalışıyoz burda. Kocam iki
apartmana gidiyor, ben de kimi bulursam temizliğe. Allah’a şükür kimseye muhtaç değiliz Her
neyse bu deli karının kocası da iyi adam. İşe yaramaz karıyı sırtında taşıyıp duruyor.”
O sırada kocasını gördü yukarı çıkarken, “Alim bi şey var mı istediğin? Bak temizliğe gidiyom
çıkacam şimdi.”
Yok dedi Alim. Karısı Allah için iyi kadındı. Çocuklara da iyi bakıyordu, Eee. Yaptığı yemek de
yeniyordu. Hele bir kuru fasulye yapsın, parmaklarını yerdin. Yanına da bir pilav. Şimdiden ağzı
sulanmıştı. Karısına seslendi. “Nazifeee, akşama kuru fasulye yap da yiyek. Canım çekti.”
Nazife söylendi. “Canı çıkmayasıca. Söylesene sorduğum zaman milletin içinde sesleniyon”.
Alim şakaya vurdu. “Sen kendin sordun. Şimdi kızıyon.” Nazife apartmandan koşa koşa
çıkarken bir taraftan da söyleniyordu. “Tamam tamam. Uzun etme. Gelince bakarım. Hadi kolay
gelsin sana. Bu herifin yüzünden işe geç kalacam.”
Nilüferin evinde iki komşu daha vardı. Sohbet koyulaşmıştı. Ayakkabılarını çıkardı, yanında
getirdiği terlikleri giydi, selam dedi, oturdu. Nilüfer orta şekerli kahveyle yanında çikolata getirdi
hemen.
“Biliyorsun benim kahveyi nasıl sevdiğimi” dedi Fazilet, gülümsedi. Nilüfer “Aşk olsun abla”
dedi. “O kadar protokolümüz var.”
“Kapıcının karısı sohbet etmedim diye bozuldu. Zengin evlere gidiyorum diye bi havalara girdi.”
Boş ver dedi Nebahat. Bunlar ellerine biraz para geçince kendini bişey sanır. Hepsi başıyla
onayladı. Sonra sohbetin en önemli kısmı başladı.
“Abla caddedeki AVM’de nasıl indirim var bilsen, 1000 liralık elbise 500 olmuş. Çocuklara da
bir şeyler bakarsın”. Alışveriş sohbeti sürüyorken Fazilet birkaç kez ortalığı kokladı.
“Kızlar bir koku duyuyor musunuz? Bir şey mi yanıyor?”
Hepsi birden mutfağa doluştu. Her kafadan bir ses çıkıyordu: “Camı aç!” – “Hayır, sakın!” – “Su
dökme sakın!” Tavadaki yağlar tutuşmuş, alevler büyümüştü. Nilüfer’in eli ayağına dolanmıştı.
Gazı kesti, sonunda bir tencere kapağını tavaya kapatmayı akıl etti, alevleri boğdu. Dedektör hâlâ
çığlık çığlığa ötüyordu. Gri dumanlar mutfağı sarmıştı. Alevler durunca havalandırmayı çalıştırıp
neye uğradıklarını şaşırmış halde çıktılar mutfaktan.
Nilüfer utanarak, “Yağlar çözülsün diye koymuştum, bak şu olana,” dedi. Pencereyi açmak için
hamle yapan Fazilet’in eli hâlâ titriyordu. Onların gözünde mutfaktaki küçük yangın sönmüştü,
ama içlerindeki ateş öyle kolay kolay dinecek gibi değildi.
Kadınlar derin bir nefes alıp tekrar koltuklarına yerleştiler. Nilüfer de sakinleşmişti. O sırada
aklına kek geldi. Hadi bi çay yapalım, Fazilet abla kek getirmişti. Bende de dünden kurabiye
kaldı. Kendimize geliriz biraz. Kadınlardan biri kalktı, ben gideyim kusura bakmazsanız dedi.
Eltim gelecek. Nilüfer onu geçirdi, çayı demledi, batan mutfağa karışık duygularla baktı, o işi
sonraya bıraktı.
Nebahat hanım damardan girerek “Eee, dedi. “Adamlar ne durumda? Huysuzluklar devam mı?”
Diğer ikisi önlerine baktı. Nebahat hanım boşanmıştı. Geziyor, süsleniyor, hayatını yaşıyor,
kocasından aldıklarıyla gününü gün ediyordu. “Kızlar” dedi. “Aklınızı başınıza alın. Bu zamanda
her şey paraya bakıyor. Kendinizi garantiye almadan sakın bir şey yapmayın. Erkek milleti her
çiçeğe konar. Kuyruk sallayan da olunca…”
Fazilet daldı gitti. Sabahki muhabbeti düşündü. Adamın bir şey yapmaya niyeti yoktu da, nedir
bu kopukluk, bu duygusuzluk. Canı sıkılıyordu. Kendine bir kimlik bulamıyordu. Dizilerle
gerçek hayat arasına sıkışıp kalmıştı. Çocuklar olmasa başını alıp giderdi.
İçinde yıllardır küllenmiş bir yangın vardı. Bazen söner gibi oluyor, bazen en ufak bir kıvılcımla
tutuşacak hale geliyordu. Keşke ruh dedektörü de olsaydı; yıllar önce alarm çalar, uyarırdı onu.
Bu sıralarda psikologları dinliyordu. “Kendini gerçekleştirmek.” Sen kimsin, ne istiyorsun, nasıl
ilişki kuruyorsun… Bunları dert etmeye hiç mi hiç zamanı olmamıştı. Ama artık çocuklar
büyüyordu, biraz kendine de bakmalıydı. Aklında çok şey vardı. Boş zamanlarında kitapçıları
dolaşmak, bir kursa yazılmak…
Odaya sessizlik çökmüştü. Çaylardan kıvrılarak yükselen buhar masanın üzerinde hafifçe
dalgalanıyor, konuşulamayanlar havaya karışıyordu.
“Haklısın, Nebahat,” dedi Fazilet, sakin, kararlı. “Bu evlilik çıkmazında kadın olmak zor.
Yapmak istediğim çok şeyi içime gömdüm. Görücü usulü evlenmesek de bir ilişkiyi canlı tutmak
için beslemek, sulamak, renklendirmek gerekmiş, anlamadım. Kocam da düşünmedi. Herkes
kendi rolünü oynadı, birbirini unuttu. İlk gençliğin eğlencesi bitip çocuklar ele ayağa gelince
bazı şeyler su yüzüne çıktı. Adamlar zaten aldırmaz: işine gider, maç seyreder, arkadaşlarıyla
içmeye gider… olur biter. Yine her şeyi kotarmak bize kalır.”
“Nilüfer, hadi seninle bir kurs bulalım. Bakalım neler gelir hayatımıza.”
Nilüfer’in gözleri parladı. “Fazilet abla, ben hep modacı olmayı istemiştim. Ama evlenince kaldı
o iş.”
“Ben de seramik yapmak istemiştim,” dedi Fazilet.
İkisi de birbirlerine bakıp sevinç çığlıkları attılar. Nebahat onlara bakıp kahkahalarla gülmeye
başladı. “Sanki hapisten çıkmış gibisiniz. Düşüncesi bile yetti.”
Fazilet “Hadi o zaman Nilüfer. Çaylarımız soğudu. Ağız tadıyla bi çay içelim” dedi. Nilüfer
bardakları kapıp mutfağa koştu, çayları koydu, kekleri kurabiyeleri tabaklara paylaştırdı, hayaller
yıldız gibi yağıyordu. “Nilüfer sen internetten arasana iyi bir kurs” dedi Fazilet.
Gerçekten hapisten çıkmış gibiydiler. Demir parmaklıkların kilidi açılmıştı. O an masadaki kek
parçalarından çok, içlerinde yeşeren umudu paylaşıyorlardı. Tünelin ucundaki ışık görünmüştü.
Fazilet merdivenlerden çıkarken kapıcının karısı işten dönmüş, kocasına yardım etmek için
merdivenleri siliyordu. Fazilet ona gülümsedi, kadın hangi dağda kurt öldü der gibi boş boş
baktı. Herhalde kocasıyla barıştı. Bak biz ikide birde kedi köpek gibi dalaşıyo muyuz dedi
içinden. Herkesin işi belli. Yine de istifini bozmadan “Sabah kahvesinden mi Fazilet hanım”
dedi. Fazilet suçüstü yakalanmış gibi duraladı, “Yok canım, iş konuştuk biraz” dedi. Kapıcının
karısı şöyle bir süzdü, dudak büktü. “Hadi hayırlısı” dedi anlamlı anlamlı. Ne işiymiş bu saatte.
Fazilet takmadı, hızla eve girdi, içinde garip bir gülümseme vardı. Kendini bulmuş gibiydi.
Yıllarca yok saydığı terk edilmişlik duygusunu daha yeni anlıyordu. Kendini terk etmişti.
Zevklerini, yeteneklerini, düşünmeyi, çözüm aramayı, sonra dostlarını, sevdiği yerleri,
eğlenmeyi… Kurbağa deneyindeki gibi su yavaş yavaş ısınmıştı. Ona belli etmeden. Kaynama
noktası yakındı. Bir çırpınışa bakardı dışarıya çıkması, yoksa gerisi ölümdü.
Fazilet eve girerken koridorda susan alarm hâlâ kulaklarında yankılanıyordu; söndü sandığı asıl
yangın içindeydi. Ve o an, Fazilet ilk defa kendine izin verdi; yanacaksa, bütün renkleriyle
yanacaktı.